Tasavvuf, Sofilik ve Tarikat Şirki

20 Eylül 2018

Mesele ağır, dört yanımızı saran bidatlerle dört nala şirke koşuyoruz. 

Kimi mefhumlar öyle fludurki biliyoruzdur göya, hatta benimsemişizdir ama sorana anlatamayız. Renk körü olmak gibi. Tasavvuf ve Tarikat meselesi de böylesi "sofistike" bir mesele. 

Ortalama bir dindar için Tasavvuf, Tarikat ve Sofilik gayet müspet çağrışımlar yapar. Ancak çağrıştırdıklarıyla öğretileri birbirine öyle tezattır ki; anlamlandırabilmek için kişinin genel kabullerine meydan okuması gerekir. Tam olarak buna teşebbüs ediyoruz şimdi. 

Önce meseleyi özetleyelim...

Genel kabullere göre Tarikat yol, Mürşit yol gösteren, İrşad Ehli yolcu, Sofi ise bu yolda bilgeliğe ulaşmış kişidir. Tüm bu süreç, kavram ve mefhumlar "TASAVVUF" çemberinin içerisinde yer alır. 

Şimdi kavramları inceleyelim. Meselerin karekökü Tasavvuftur. Bu kavramın kare kökü ise Su(v)filik. Sufi"nin anlam karşılığı Bilgeliktir. Sufi(Suvfi) bilge, Tasavvuf Bilgelik yolculuğudur. Tarikat ise Tasavvuf akımlarının planlı ve örgütlü yapılanmalarıdır diyebiliriz. Tarikat, filolojik kökeni itibariyle AR kökünden gelir ve patika yol anlamında kullanılır. Tarik bir yolda gitme, Tarikat da yol/yöntem kavramının geniş zaman kipidir. 

Şimdi kısa bir tanım yapalım; Tasavvuf İlahi/Manevi Bilgeliğe ulaşma gayreti, Tarikat ise bu gayretle ortaya çıkmış yol ve yöntemler uygulayan örgütlerdir diyebiliriz. 


Peki işin aslı?

Genel kabulleri geçtik. Şimdi konuyu derinleştirelim ve bidat hatta şirk yönünü tetkik edelim. 

Öncelikle Arapça sandığınız Tasavvuf kavramının Arapça olmadığı gerçeğiyle yüzleşeceğiz. Hayır, İbranice ya da antik mezopotamya dillerinden herhangi biri de değil. Doğrudan doğruya Eski Yunancadır. Sophy(Sofie) kelimesi Yunanca da Bilgelik ifadesinin karşılığıdır. Örneğin Sofistike (Bilgelik gerektiren) Sofya (Bilge) anlamlarına gelir. Yani Tasavvuf, Yunanca bir kelimenin Arapça ön-art takısı almış halidir. Üstelik bu alıntı İslam"ın nüzulünden 3 asır sonra, Abbasi Devletinin Doğu Roma"ya sınır komşusu olmasıyla gerçekleşmiştir. Bu kavramlara Asr-ı Saadet ya da önceki dönemlerde rastlamak mümkün değildir. 

Bu alıntılama yalnızca etimolojik bir vakamıdır? Hayır, esasında alıntılanan bir düşünce yöntemi ve diyalektiğidir; Felsefe (Philo-sophy). 

İslam"ın nüzulu Mezopotamya"ya yayılırken Hristiyanlık da Roma coğrafyasında yayılıyordu. Roma"nın Hristiyanlaşmasıyla Arapların Müslümanlaşması aynı çağda (7. Yüzyıl) gerçekleşmiştir diyebiliriz. İslam Dünyası, Emeviler dönemine itikadi açıdan pek te önemli kırılmalar yaşamadı. Ancak bir tür ihtilal ile idarenin Abbasilerin yönetimine geçmesiyle pek çok şey değişti. 


Kağıdın Etkileri

Abbasiler 750 senesinde idareye geçtiler ve ortaya çıkan sosyo-politik tezahürler İslam geleneğini de derinden etkiledi. Önce "İlim Çin"de olsa gideceksin" düsturuyla Çin"de ki kağıt üretim teknikleri incelendi. Bu teknikler kullanılarak o zamana kadar ki en kolay, pratik ve ucuz kağıt üretim yöntemi geliştirildi; Semerkand Kağıtları. O döneme kadar yazı parşömenvari parçalara, ipek parçalara, deri ve muhtelif materyallere yazılıyorken artık ağaç liflerinden yapılan kağıtlar kullanılmaya başlandı. Bu başarı Dünya Tarihine ivme kazandıracak kadar mühim neticeler ortaya çıkardı. Kağıdın kullanım alanını yaygınlaştırdı ve bir tür Bilgisayar Çağı etkisi meydana getirdi. Bilgiler daha hızlı kaydediliyor, daha hızlı yayılıyordu. 

Ucuz kağıdın etkileri İslam Dünyasını 9. ve 10. yüzyılda bilimin öncüsü haline getirdi. Ancak her bilgi her halükarda fayda sağlamadı!

Doğu Roma topraklarıyla sınır komşusu olan Abbasiler Roma"dan etkilendiler. Roma"da Hristiyanlığın devlet dini olarak benimsenmesiyle Politeist (Çok Tanrılı) döneme ait kaynaklar süratle neshedilmeye başlandı. Roma İmparatorları, eski Yunan bilim insanlarının kaynaklarını putperestliği çağrıştırdığı düşüncesiyle imha etmeye teşebbüs ettiler. Ancak İslam Dünyası bu denli ön yargılı değildi. Yok edilmemesi için Roma topraklarından kaçırılan pek çok Antik Yunan bilgi kaynağı Abbasi coğrafyasına taşındı. Matematikçi Öklid, Tıpçı Ptolemayos gibi mühim bilim insanlarının yazdığı kaynaklar İslam Dünyasının Matematik, Astroloji, Tıp gibi alanlarda büyük bir sıçrama yaşamasını sağladı.

Ucuz olan kağıt muazzam bir bilgi arzı ortaya çıkartmıştı, bu arzın talebi ise kendiliğinden oluştu. Ancak edinilen bilgiler tümüyle faydalı neticeler ortaya çıkartamadı. Çevirilen kaynaklar bilim insanlarının yanında Platon, Aristo, Eflatun, Sokrat gibi filozofların bilgeliği arayan metinleri de çevirilmişti. Her haliyle bir zihin potporisi, beyin fırtınası olan bu kaynaklar İslam Dünyasında çok sevildi. Aldıkları her bilgiyi geliştirip fevkalade faydalarını gördükleri Eski Yunan kaynaklarında ki bu bilgilerden de istifade etmek istediler. Ancak netice çok vahim oldu. Felsefe, inanç dünyasını mezheplere, fırkalara, parçalara ayırdı!

Antik Yunan filozoflarının kavramları, dünyayı, varlığı hatta yokluğu yorumlama yöntemleri ve düşünmek teknikleri Arap dünyası için fazlasıyla sıradışıydı. Bu zihin potporisine bir isim bulmak bile mümkün değildi, zira daha önce kullanılan kavramlarla tasvir etmek onu birşeye benzetmek olurdu ki, benzemiyordu. Çevirilerde sürekli karşılarına çıkan bir ibare vardı; Sophy (Bilgelik). Üstelik kitaplarını çevirdikleri isimler kendilerini Phil-o Sophy (Bilgelik Peşinde) olarak ifade ediyorlardı. Bu ifade kaçınılmaz olarak Arap diline entegre oldu; Sophy artık Suvfi dir. 

Arapça dil yapısı ön, orta ve art ekleriyle şekillenir. Tıpkı Yunanca gibi. Phil, Yunanca"da Perver-Sever-Taraftar anlamı katan bir hal ekidir. Phil-o Sophy, Bilgelik Sever, Bilgelik Peşinde olan anlamına gelir. Yani Filozof, filolojik tefsiriyle "Bilgelik Peşindeki" anlamı taşır. Bu filolojik devinim Arapça"da da aynı şekilde tezahür etti. Tıpkı Phil gibi bir hal eki olan -TA ile Suvf ifadesinin çoğulu Savvuf ile birleşince tam ve eksiksiz olarak Filozof (Phil-o Sophy) anlamı karşılanmış olur. Etimolojik yansımaya bakacak olursa Türkçe"de yanlış olarak Felsefe yapana Filozof denir, oysa orjinali Filozofer  (Phil-o Sopher) olmalıdır. Felsefe kavramının doğrusu Filozofi, Filozof kavramının doğrusu Filozofer olmalıdır. 

Özetleyecek olursak Antik Yunan dönemindeki Felsefe anlayışı Abbasiler döneminde İslam Dünyası tarafından benimsenmiş, bir anlamda millileştirilmiş ve adına Tasavvuf denilerek uygulanagelmiştir. 


Peki Bidat ve Şirk bunun neresinde?

Felsefe, elbette tarih öncesi devirler için fevkalade bir düşünme tekniğiydi. Kavramları anlamlandırmaya çalışmak, derinlemesine düşünmek ve detay bütünlüğünden tüme varmak o çağın hemen her sorununu çözmek için doğru bir araç olmuştu. Aslında halen de istifade edilebilen faydalı bir araçtır. Ancak bu "sofistike" aracın acemilerin elinde vahim sonuçlar doğurması kaçınılmaz olacaktır.

Tasavvuf"un bidat ve şirke bulanması 9. Yüzyılda gerçekleşir. Örneklendirerek ilerlemek daha sağlıklı olacaktır. Önce müspet bir örnekle başlayalım. 

Sofilerin Şahı, Tasavvuf"un ilk öncülerinden kabul edilen Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri çok faydalı bir örnek olacaktır. Esasen Fıkıh, Hadis ve Kelam konularında muazzam bir ilme sahip olan Cüneyd-i Bağdadi, devrin en itibarlı okulu olan Bağdat İslam Okulu"nda hocası Sırri"den yüksek tahsil yapmıştır. Tarih, Sırri"den bahsederken öğretim yöntemlerinin Sokrat"a benzediğini nakleder. Öyle anlaşılıyor ki; en mühim ilim okulu pekala Felsefe ile iç içedir.

Esasında Felsefe, o dönemde İslam Bilincini insanlara anlayabileceği norm ve yöntemlerle anlatmak, kavramaları için tasavvur edebilmelerini sağlamak için bir araç olarak düşünülmüştü. Ancak bu önü alınamaz bir sürece evrildi. Asr-ı Saadet"in üzerinden 3 koca asır geçmişti ve İslam"ın ruhu zayıflamaya başlamıştı. Felsefe(Tasavvuf) bu ruhu inşa etmeye yeltendi. Önceleri fevkalade ilgi gördü, insanlar sorularına zihinlerinde devir daim yapan cümlelerle yanıt almaya başlayınca kendi benlikleriyle pek çok sorunun cevaplarına ulaşabildiler ve bu da dinlerine olan bağlılıklarını pekiştirdi. Ancak tüm örnekler bu kadar müspet ve faydalı değildir. Zira sonrasında karşılaşacağımız örnekler vahim neticelere gebedir. 

Tasavvuf, insanların zihinsel dünyalarını derinden etkilediğinden bu akım süratle geniş kitlelere yayılmaya başladı. Öyle ki; bu teveccüh Cüneyd-i Bağdadi"yi idam sehpasına kadar götürdü. Esasında islama hizmet etmekte olan Cüneyd-i Bağdadi, gördüğü fevkalade ilgi nedeniyle suizanları üzerine çekmişti. Etrafında çok sayıda insanın toplanması, ona gösterdikleri yüksek itibar ve saygı ürkütücü bir boyuta ulaştı. Öyle ki; halk nezdinde sahip olduğu nüfuz ondan korkulmasına yol açtı. Böylesi nüfuza sahip birinin ağzından çıkacak bir söz isyan çıkarabilir hatta hükümdarı tahtından edebilirdi. Bu korkular ve hakkındaki suizanlar onu idam sehpasına götürmüş, idamın gerçekleşeceği esnada hükümdarın ikna olmasıyla icrasından vazgeçilmişti. 

Anlaşıldı ki; Tasavvuf, üslubu ve yöntemleri itibariyle insanların zihinlerini derinden etkiliyor, mutasavvufuna derin bir itibar sağlıyordu. Elbette bu iştah kabartan bir hal. Dolayısıyla Tasavvuf"un, pek çok emeli gerçekleştirmek için muazzam bir araç olduğu anlaşıldı. Bu işin siyasi tezahürü. Bir de manevi tezahürü var elbette. Tasavvuf yani Felsefe, mefhumlar etrafında dönen derinlemesine düşüncelerden oluşuyordu. Bu da İslam telakkisini bir tür mistizme dönüştürdü. Zaman içerisinde bu telakki Tasavvufu mistik bir gelenek, Mutasavvufları da mistik birer şahsiyet haline getirdi. Sürecin başında İslam şuurunun zihin ve kalplere nakşedilmesi için bir araç olan İslam Felsefesi, zaman içerisinde İslam içerisinde ezoterik bir örgütlenme biçimine evrildi. Ve nihayet; Tarikatlar ortaya çıktı. 

Tarikat Mistizmi

Tarikatlar, kısaca Tasavvuf akımların örgütlenmesidir diyebiliriz. Ancak bu örgütlenme hiç de masum ve makul değildir. Üstelik hem dünyevi hem manevi açıdan. Manevi açıdan değerlendirecek olursak Tarikat, mistizmini doğrudan Hint geleneklerinden alıntılanmıştır. 9. ve 10. Yüzyıl, İslam Dünyasının İran Coğrafyası üzerinden irtibat kurduğu Hint kültüründen de etkilenmiştir. Bu etkileşim, kendisini en bariz şekilde Tarikat akımında gösterir. 

Tarikat geleneğinde hiyarerşi şu şekildedir;

Tasavvufta makam 2"dir. Mürşid ve Evliya. Mürşid, Kemale ermiş, Bilgeliğe ulaşmış kişidir. Evliya ise bildiklerini halka öğreten ancak Mürşidliğe erişememiş kişidir. 

İmam Rabbani der ki; Tasavvuf ehlindeki haller ve marifetler muhabbetin fazla olmasından hasıl oluyor. Allahtan başka bir şey bilmiyor, görmüyor, düşünmüyorlar. 

İşte bu tarif tümüyle Hint mistizminin evrilmiş halidir. Mürşid olarak ifade edilen Bilgeliğe ulaşmış kişinin Budizmde ki karşılığı Keşişliktir. Aynı şekilde henüz Bilgeliğe ulaşamamış ancak o yolda ilerleyen bir zümre de vardır ki, bu da Tarikat sisteminde Evliya olarak geçer. Bilindiği üzere Tarikat sistematiğinde nefis terbiye yöntemleri de vardır. Rabıta ve İnziva gibi mistik yöntemlerin yine Hint mistizminde ki nefis terbiye yöntemi olan Yoga"nın İslam akaitlerine göre manüpile edilmiş halidir. 

Ve tabi batınilik... Yahudilerin Babil Krallığı tarafından fethinden sonra (M.ö. 6. yy) Filistin bölgesinden çıkartılmalarıyla Yehuda"nın tâbası yer altına indi. Burada kendilerine yeni bir din imal edip kabalist, ezoterik ve mistik bir inanış ürettiler. Bu inanç, ezoterizmin gücüyle varlığını asırlar sonra bile devam ettirmeyi başardı. Elbette İslam"ın Bağdat"a ulaşmasıyla işin rengi değişti. Fars coğrafyasından Budizm, Roma coğrafyasından Felsefe, Bağdat"ta Kabalizmin bir araya gelmesi ile adeta tornadoya dönüşen zihinsel sapma İslam"da en büyük yıkımın yaşandığı dönemin zeminini hazırladı. Bu yıkıcı etki İslam"ı Batıni-Harici sapmasına sürükledi. Harici savruluş o zamanlar Selefi, bugün Vahhabi olan akla, idrake kapalı, gaddar ve barbar bir kalıp ortaya çıkarttı. Batıni savruluş ise Fatımi-Şia ekolünü ortaya çıkartarak İslama mugayir pek çok öğeyi inancın vazgeçilmezi haline getirdi.

Peki Sünniler? Bu akımdan etkilenmedilermi yani... Pekalâ etkilendiler. Felsefe ve Batıniliğin etkisiyle ortaya çıkan ekoller Sünni dünyanın telakkisine de büyük zarar verdi; Vesilecilik.